|
Din Nedir?
Din, Allah tarafından konulmuş bir kanundur. İnsanlara, yaratılış gayesini ve varoluş hikmetini bildirir. Yüce Rablerine karşı ne şekilde ibâdette bulunacaklarını ögretir. İyi ve faydalı şeyler yapmaya sevk eder, zararlı işlerden de alıkoyar.
Din, insan aklının kendi kendine sorup durduğu, “Ben kimim, nereden gelip, nereye gidiyorum?” suâllerinin tatmin edici yegâne cevab kaynağıdır.
Din, imkanların tükendiği, ümidlerin söndügü yerde baslayan imkân yolu ve ümid ışığı, ilâçların dindiremediği acıların ilâcı, yıkık gönüllerin sığınağıdır.
Din; adalet, iyilik, fedakârlık, doğruluk, fazilet gibi duyguların hayat menbaı, insan vicdanındaki inanma ihtiyacının tam karşılığıdır.
İnsanlar, dinleri peygamberlerden öğrenmişlerdir.
Peygamberler, vahiy yoluyla Allah’tan aldıkları dinî hükümleri, aldıklari şekliyle insanlara bildirmişlerdir. Bu bakımdan, dinlerin hakikî sahibi, Allah Teala’dır. Peygamberler ise dinin hükümlerini insanlara bildiren birer elçi durumundadırlar.
Dinler Kaça Ayrılır?
İslâm âlimleri dinleri başlıca iki kısma ayrılar:
1. Hak dinler.
2. Batıl dinler.
Tek Allah’a imanı esas alan ve yalnızca O’na kulluk ve ibadeti emreden dinlere Hak dinler denir.
Hak dinler, Allah’ın göndermiş olduğu dinlerdir. Bu sebeple bunlara semavi dinler de denir. Hak dinlere, temelini, Allah’ın birliğine iman ve sadece O’na ibadet esas teşkil ettiği için, Tevhid dini adı da verilir.
Allah tarafından gönderilmemiş, insanların kendilerinden uydurdukları, tek Allah’a iman esasını tanımayan inanç ve fikirlere ise, Batıl dinler denir.
Hak dinlerin bazıları, sonradan insanlar tarafından bozulmuş, içine dinin aslından olmayan hurafeler ve batıl inançlar konulmuştur. Bu gibi, aslı hak iken sonradan bozulan dinlere, Muharref dinler denir. Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi… Bunlar başlangıçta Hak din iken, sonradan içlerine hurafeler ve tevhide aykırı fikirler girmesiyle bozulmuş ve birer muharref din olmuşlardır. Muharref dinler de, batıl dinlerden sayılır.
İnsanlığın İlk Dini Hangi Dindir?
İnsanlığın ilk dini, ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem Aleyhisselam’a gönderilen ve Allah’ın bir olduğu inancına dayanan Tevhid dinidir.
İnsan Hayatında Dinin Yeri Nedir?
Din inancı, insanla beraber doğmuştur. Çünkü insanlık tarihinin hiçbir döneminde din duygusundan mahrum bir millete rastlanamamaktadır. Nerede insan varsa, orada bir nevi iman, ibadet ve din duygusu görülmüştür. Bundan anlaşılıyor ki, din, insanlığın yaratılışından getirdiği fıtri ve zarurî ihtiyacıdır. İnsanoğlu var oldukça, din de var olacaktır. Din gayet kuvvetli bir ağaç gibi, insaniyetin geçirdiği inkılapların hepsinde hayatını muhafaza etmiş ve edecektir. Zaman geçmekle, onun kaynağı kurumak söyle dursun, bilakis, gittikçe o kaynağın derinleştiğini, genişlediğini görmekteyiz . Binaenaleyh, insan hayati din ile başlamış olduğu gibi, din ile kuvvet bulacak, din ile nihayetlenecektir.”
“Ben niçin dinliyim” sualini nefsime sorar sormaz, su cevabi alıyorum: Dindarım, çünkü başka türlü olmaya muktedir değilim. Dindar olmak, varlığım ve benliğim için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.”Ayrıca “Din, insanlık tarihinde en fazla hâkim olmuş bir varlıktır. Dini hayat, tabiatımızın değişmez vasfı ve ondan ayrılmayan bir özelliğidir. İnsanın mahiyeti düşünülünce, zihne derhal bir de din fikrinin gelmemesi mümkün değildir… İlim ve fikir adamlarının bu tespitleri de gösteriyor ki: İnsan fıtraten dindardır; din duygusu insan tabiatının zaruri bir ihtiyacıdır. Tarihin hiçbir devrinde dinsiz, yani, inançsız ve maneviyatsız bir insan olmamıştır.
Dinin Fertlere ve Topluma Sağladığı Faydalar Nelerdir?
1. İnsan, akıl ve şuur sahibi, varlığı üzerinde düşünebilen bir canlıdır. Nereden gelip nereye gittiğini, niçin yaratıldığını, hayat yolunun onu nasıl bir sonuca ulaştıracağını, vicdanıyla baş başa kaldığı zaman, kendi kendine sorup durmaktadır. Bu konuda tatmin olmak, içinde geleceğe ait olarak beliren endişelerden kurtulmak, sükûnete ve iç huzura ermek ihtiyacındadır. Bu huzuru, insan, ancak insanüstü bir hakikate inanıp bağlanmakla bulabilir. Bu hakikati ise, ona ancak din verir ve öğretir.
2. İnsanlığın kendi dünyasında maddeten ve manen inkişaf etmesi, gerçek insanlık mertebesine ulaşması için de, din mutlaka gereklidir.
Bu hususu Bediüzzaman söyle ifade eder:
“Nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılsa görülür ki, ruhun manen terakkisini, vicdanin tekâmülünü, akil ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkin eden, yani aşılayan şeriatlardır. Vücut veren tekliftir. Hayat veren peygamberlerin gönderilmesidir. İlham eden dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı. Ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-i hasene tamamen yok olurlardı.” (İsârâtü’l-İ’caz).
Aynı konuda Ali Fuat Başgil ise söyle der:
“En âliminden cahiline kadar insan, nerden gelip nereye gittiğini kendi kendine soracak; insanüstü âlemlerden yüksek bir ideal mesnedi ve bir hareket ve faaliyet prensibi arayacaktır. Fakat bu aradıklarına ve sorduklarına dinin dışında -ne ilimde, ne de felsefede- tatmin edici ve iç ferahlatıcı bir cevap bulamayacaktır. Neticede ya dindar olup, dinî hakikatlere gönül bağlayacak ve insan hayati yaşayacaktır, yahut da hayvanlaşıp, fizikî hisler ve bayağı zevkleriyle yasama yolunu tutacaktır. Bu yol, insanlığı uçuruma götürülecektir.
3. Din, toplum hayatini düzenleyici ve disipline edici olarak da, insanlık için lüzumlu bir müessesedir.
* Dini duygu, insandan hiçbir vakit ayrılmayan, onu daima murakabe altında bulunduran manevi bir bekçidir. Bu bekçi, vicdanlar üzerinde son derece etkili olduğundan, hem insani gizli aşikar bütün fenalıklardan alıkoyar, hem de her nevi iyiliklere sevk eder. “Din, insan ihtiraslarını frenleyen en kuvvetli manevi bir dizgindir.”
* Din sayesinde Allah’ın her şeyi bileceğini, hiçbir şeyin ondan gizlenemeyeceğini idrak eden insanda kuvvetli bir irade hasıl olur. Böyle kuvvetli irade ve seciye sahibi kişilerden meydana gelen bir toplumda ise, asayiş ve istikrar, nizam ve ahenk bulunur.
* Din her türlü ahlâki faziletin kaynağıdır. İnsanlık için dinin getirdiği ahlaki sistemin ehemmiyeti çok büyüktür. Ayrıca dindar kimselerde mevcut olan iman, ahlak için pek kuvvetli bir dayanak noktasıdır. Bir milletin ahlaki yönden alçalması kadar büyük bir felaket yoktur. Tarih boyunca pek çok milletler, ahlaken geri kaldıkları için batmış, tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
4. Dinsizlik, her şeyden önce ahlak fikrini yıkar. Çünkü din olmadığı takdirde, ahlak için hiçbir yaptırıcı güç kalmadığından, dinsizlik her türlü kötülüğün yayılmasına ve genişlemesine ve neticede cemiyetin çökmesine sebep olur.
Dinsizlik, ayni zamanda hukuk fikrini de ortadan kaldırır. Kendini herhangi bir ahlaki müeyyideye bağlı hissetmeyen dinsiz insan, hiçbir hak ve hukuku yerine getirmez. Eline fırsat geçtiğinde zulüm yapmaktan, gasp etmekten, her türlü kötülüğü islemekten geri durmaz.
“Maddeye tapan ve şehvetlerine esir olan dinsiz insanda, insanlık seciyeleri silinmekte; fazilet, feragat ve fedakarlık yerine feci bir ‘BOŞVER’ zihniyeti hâkim olmaktadır. Bu zihniyet ise, bir toplum için felâkettir.”
İslam’ın Dışındaki Dinlerin Geçerliliği Neden Kalkmıştır?
Tarihin çeşitli devirlerinde insanlara ayı ayrı peygamberler ve dinler yollayan Allah Teâlâ, son din olarak onlara İslam’ı ve son Peygamber olarak da Hz. Muhammed’i (a.s.m) göndermiştir. İslam’ın gelmesiyle Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi eski dinlerin hükmü sona ermiştir. Bu, tıpkı, yeni bir kanun çıkınca, eski kanunun hükmünün yürürlükten kalkması gibidir. Allah’ın son dini ve İlahi Kanunu İslam gelince, eski dinlerin ve ilahi kanunların geçerliliği son bulmuştur.
İslam dışında kalan dinlerin yürürlükten kalkmasını gerektiren baslıca sebepler şunlardır:
1 – Her şeyden evvel, eski dinler, yalızca belli bir zamana ve belli bir muhitin insanlarına hitap ediyorlardı. İslam ise, bütün insanlığa seslenmektedir. Daveti umumi ve mesajı cihanşumüldür.
2 – Eski dinler, sadece kendi zamanlarının insanlarını muhatap almışlardı. O zamanın insanlarının seciyeleri kaba ve mizaçları vahşete yakındı. İlimde, medeniyette, fikir ve anlayışta geri idiler. Ulaşım ve haberleşme durumları, geri bir haldeydi. Her bölgenin kültürü, inancı, örf ve âdetleri farkli farklıydı. Karşılıklı fikir ve kültür alışverişi de oldukça zayıftı. Bu yüzden, her bölgede ayrı ayrı peygamber gelmesi, başka başka dinler gönderilmesi zarureti vardı. Zaman geçip insanlık ilim, fikir, kültür ve medeniyet yönünden büyük gelişmeler kaydedince, eski mahallî dinler artik insanların ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da insanlara en son din olan İslamiyet’i gönderdi.
islam dini, 1400 yıl evvelki dünyanın insanından, bugünün ve yarının modern insanına kadar gelip geçen bütün insanlığa hitap edebilme özelliğinde olan bir dindir. Bu bakımdan, kıyamete kadar hükmü baki ve geçerlidir.
3 – Eski dinlerin, zamanla, içlerine hurafeler, batıl inançlar karışmıştır. Allah’ın birliğine iman esası, yani tevhid inancı kaybolmuştur. İslam ise, hala ilk günkü tazelik ve saflığı ile, bozulmadan durmaktadır.
Batıl Dinler Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
Hz. Âdem’den (as) sonra, zamanın ilerlemesiyle bazı insanlar nefislerine ve şeytanın telkinlerine kapılarak tevhit inancından uzaklaşmış, Hak dine yabancılaşmış, bir takim yanlış inançlara saplanmışlardır. Böylece batıl dinler ortaya çıkmıştır.
İnsanlar Hak dinden uzaklaşıp batıla saplandıkça, Cenâb-ı Hak onlara yeni bir Peygamber ve yeni bir din göndermiş, onları tevhit inancına davet etmiştir. Ancak insanların sadece bir kısmı bu davete uymuş, diğer kısmı ise batıl inançlarında ısrar etmiştir. Hatta bunlar Hakka dönmemekle de kalmamış, dönenlere zorla mani olma, baskı ve işkence yapma yollarına bile başvurmuşlardır. Böylelikle her asırda ve her devirde Hak dine inananlarla inanmayanlar arasında sürekli bir mücadele olagelmiştir. Günümüzde de çeşitli isimler ve şekiller altında bu mücadele sürmektedir ve kıyamete kadar da sürecektir.
Son Din Hangisidir?
İnsanlığın son dini, tevhit dini olan İslam dinidir.
İlim ve Din Arasında Herhangi Bir Çatışma Söz Konusu mu?
İlim, madde aleminin, hayatın ve özellikle insanin nasıl vâr olduğunu inceler, bu âlemde cereyan eden ilahi kanunları bulup çıkarır. Bu kanunlar sayesinde insanlığın teknik ve medeniyette daha fazla ilerlemesine imkan hazırlar. Din ise, kâinatın ve madde âleminin niçin yaratıldığını ve yaratıcısının kim olduğunu ortaya koyar. Özellikle insanın varlıklar içindeki müstesna konumunu, yaratılış gayesini ve bu dünyadaki vazifesinin mahiyetini belirtir.
Şu halde ilim ile din için: Varlık âleminin sır ve muamma kutularını açan iki anahtardır denebilir. Biri, varlıkların yaratılış seklini, maddi mahiyetini ortaya koyarken; diğeri de yaratılış sebebini ve gayesini açıklamaktadır. Bu bakımdan ortada birbirleri ile çatışan bir durum yoktur. Bilakis birbirlerini tamamlama söz konusudur.
İlim ilerledikçe dini görüşlerin iflâs edeceğini sananlar, bu noktada yanılmışlardır. Bilakis, ilmin ileriye doğru attığı her adım, her yeni buluş, düşünen insanlığı dini akidelere biraz daha yaklaştırmış ve Allah’ın büyüklüğünü biraz daha yakından göstermiştir. Şöyle ki:
“Kâinatta mevcut kusursuz bir nizamin dayandığı kanunların keşfinden ve bu kanunlardan istifade yollarının araştırılmasından ibaret olan ilimler”, bu muhteşem nizami kuran ve işleten Allah’ın varlığına en kuvvetli delil ve şahitlerdir. O yüce Yaratanın varlılığını, essiz kudretini inkâr etmek; ancak gözle görülen mevcut nizami inkâr etmekle mümkün olur. Nizamin inkârı hâlinde ise, ortada ilim kalmaz.
Diğer taraftan ilimler, Allah’ın yarattığı varlıklar âlemini incelediklerinden, yaratılıştaki hârikaları, ince hesap ve ölçüleri ortaya koymakta ve varlıklar üzerinde tecelli eden İlâhî isim ve sıfatları meydana çıkarmaktadırlar. Bu bakımdan, ilimlerin Allah’ın isimlerine ayna olduklarını ve her bir ilmin Allah’ın bir ismine dayandığını ve hakikatini o isimden aldığını söyleyebiliriz. Bu hususu Bediüzzaman söyle izah etmektedir:
“Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir hakikat-i âliyyesi [yüce bir hakikatı] var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı [çeşitli tecellileri] ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.
Meselâ: Hendese [geometri] bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehasi [ulaşabilecegi en son nokta], Cenâb-i Hakk’in ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini müşahede etmektir.
Meselâ: Tib bir fendir. Hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsi olan rûy-i zeminde [yeryüzünde] Rahimâne cilvelerini, edviyelerde [devâlarda] görmekle tıb kemalatını bulur, hakikat olur.
Meselâ: Hakikat-i mevcûdattan bahseden hikmetü’l-Eşyâ, Cenâb-i Hakk’ın (Celle Celâlühû) ism-i Hakîminin tecelliyat-i kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme ve ona dayanmakla su hikmet olabilir. Yoksa , ya hurafâta inkilâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillû dalâlete [sapıklığa] yol açar.
İşte sana üç misal! Sair kemâlât ve fünûnu [fenleri] bu üç misale kıyas et.” (Sözler)
Gerçekten de Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, ilim ve fenlerin hakikatinin İlâhî bir isme istinat ettiği görülmez veya görmezlikten gelinirse, ilmin ya inançsızlğa yol açacağı, veya faydasız birer meşguliyet mahiyeti alacağı, günümüzde pek çok misalleriyle ortaya çıkmıştır.
İman Nedir?
İman, lügatte, bir şeye tereddütsüz inanmak ve kesin olarak, içten ve yürekten bağlanmak demektir.
Dini manası ise, Allah’ın varlığına, birliğine, tereddütsüz inanmak ve Hz. Muhammed’in (a.s.m) peygamber olduğunu ve bize bildirdiği şeylerin hepsinin hak ve doğru bulunduğunu, hiçbir şüphe duymadan kabul ve tasdik etmektir.
İman Kaç Kısma Ayrılır?
İman iki kısma ayrılır:
1. İcmali iman,
2. Tafsili iman.
İcmali İman Ne Demektir?
Peygamberimizin Allah’ tan alıp haber verdiği şeylerin hepsine birden, topluca inanmak demektir.
Bir kimse, manasını bilerek ve kabul ederek:
“Lâ ilâhe illâllah Muhammedün resulullah” dese icmali olarak iman etmiş olur.
Bu cümleye Kelime-i Tevhid denir. Manası sudur:
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka hiçbir ilâh ve hakikî ma’bud yoktur.
Muhammedün rasulullah: Muhammed (a.s.m), Allah’ın Resulü ve Peygamberidir.
Tafsili İman Neye Denir?
Peygamberimizin Allah’tan haber verdiği şeylerin her birini delilleriyle bilip inanmaktır. Diğer bir ifadeyle, dinin zaruriyatını bütün tafsilât ve teferruatıyla öğrenip tasdik etmek demektir.
Dinin Zaruriyatı Nedir?
Dinin zaruriyatı, Amentü’de yer alan 6 iman esasi ile dinin namaz, oruç, hac, zekât gibi farz kıldığı ibadetler ve adam öldürmek, içki içmek, zina yapmak gibi haram saydığı fiillerdir.
Bunları, her Müslüman’ın teferruatı ile bilmesi ve inanması şarttır.
Amentü Nedir, Amentü’de Yer Alan İman Esasları Nelerdir?
Amentü, her Müslüman’ın inanması, kabul edip tasdik etmesi farz olan iman esaslarından ibarettir.
Amentü’de yer alan iman esasları 6′dır ve şunlardır:
1. Allah’a inanmak,
2. Meleklerine inanmak,
3. Kitaplarına inanmak,
4. Peygamberlerine inanmak,
5. Ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye inanmak,
6. Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak.
İmanı Dil İle Söylemek de Lazım mıdır?
Dil ile söylemek imanın şartı değildir. İnsan dil ile imanını itiraf etmese bile, kalben inandıktan sonra mümin sayılır. Ancak imanını dili ile söylemeyen bir kimsenin kalbindeki imanını biz nasıl bileceğiz? Bu sebeple, dil ile söylemek, kişinin imanı hakkında hüküm verebilmek ve öldüğünde kendisine Müslüman muamelesi yapabilmek için gereklidir. Bunun içindir ki imanın rüknü, “kalp ile tasdik, dil ile ikrardır” denilmiştir. Burada imanını dili ile söylemek asli rükün değil, kişinin imanı hakkında hüküm verebilmek için gereken şarttır. Cemaatle namaz kılmak, dini bir vecibeyi yerine getirmek de, imanını dil ile ikrar gibidir, hatta ondan daha kuvvetli bir alâmettir. Bu konuda Peygamber Efendimiz söyle buyurmuşlardır:
“Sık sık camiye gittiğini gördüğünüz kimsenin imanına şehadet ediniz. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman edip namaz kılan ve zekât veren kimseler imar eder’
(et-Tevbe, 18) buyurmaktadır. ”
Dil ile ikrar, imanın temel şartı olmadığı için, bir zorlama durumunda veya buna benzer bir mazeret karşısında kalben değil, sadece dil ile inancını inkâr etmek, imana aykırı söz söylemek dinen caiz olur. Böyle bir duruma mecbur kalan kimse imandan çıkmaz, kalben tasdikini koruduğu için de mümin sayılır.
Nitekim Asr-ı Saâdette Ashabdan Ammâr bin Yâsir, maruz kaldığı ağır baskı ve işkencelere tahammül edemeyerek imanını diliyle inkâr etmiş, böylece uğratıldığı işkencelerden kurtulmuştur.
Resulullah Efendimiz, onun bu hareketini tasvip etmiş; kalp iman ile dolu iken, zor karşısında inkârın, bu imana zarar vermeyeceğini belirtmiştir.
Amel ve İbadetin, İman ile Alakası Nedir?
Amel, insanin inandığı şeyleri yaşaması, dinin emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin iman ile yakından alakası vardır. İnsan önce bir şeyi benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı şeyi yaparak yasar. Bununla beraber amel, imanın bir parçası değildir. Yani, insan dinin emirlerini yerine getirmese ve ibadetini yapmasa dahi, imandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz. Sadece günahkâr olmuş olur.
Ne var ki, amel ve ibadet, kalpteki imanı kuvvetlendirir, tesirini artırır, insanı kemale ve olgunluğa ulaştırır. İnsanin inancının gereğini yapmaması ise, imanın insan davranışları üzerindeki müspet tesirinin zamanla kaybolup zayıflamasına yol açar. İnsan davranışları üzerinde imanın tesirleri zayıfladıkça menfi duygular, kötü huylar, zararlı arzular, günahlar, insanın his dünyasını kaplar. Bazen bu hâl, onu küfre, yani, imanını kaybetmeye bile götürür.
Çünkü işlenen her bir kötülük ve günah, dinin emirlerine zıt her bir amel ve hareket, kalbe işleyip iman nurunu lekeler ve siyahlandırır.
Peygamber Efendimiz bu duruma, su ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır:
“Bir günah işleyen kimsenin kalbinde, siyah bir leke hasıl olur.”
Günahlar tekrarlandıkça kalpteki siyahlık artar, imanın nuru gitgide zayıflamaya yüz tutar. Bu hâl, kalbin bütünüyle kararıp katılaşmasına, iman nurunun tamamen sönüp kaybolmasına kadar devam eder.
Bunun içindir ki, “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var” denilmiştir.
İnsanlar Bu Dünyaya Nereden Gelmişlerdir?
İnsanlar bu dünyaya, ruhlar âleminden gelmişlerdir. Allah, insanların bedenlerinden evvel ruhlarını yaratmıştır. Daha sonra her bir ruha ayrı bir beden elbisesi giydirerek onları şu dünyaya göndermiştir.
İnsanlar Bu Dünyaya Niçin Gelmiştir?
Allah’a iman ve O’na ibadet için gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyrulur:
“Cinleri ve insanları, ancak beni tanıyıp iman etsin ve ibadette bulunsunlar diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56).
İnsanlar Bu Dünyaya Ne Halde Gelirler?
Bütün insanlar, bu dünyaya İslam fıtratı üzere, yani, Müslüman doğarak gelirler. Sonradan büyüyünce her biri ya kendi akıl ve iradesini iyiye kullanarak İslam fıtratı üzere yasamaya devam eder, müslümanca bir hayat sürerler… Veya menfi çevrelerin tesirinde kalarak, bu temiz fıtratlarını değiştirir, İslam’ın dışında bir hayat sürmeye başlarlar. Bu hususa Peygamberimiz, bir hadis-i şeriflerinde su şekilde işaret buyurmuşlardır:
“Her doğan, İslam fıtratı üzere doğar. Sonra onu, anası – babası (yakın çevresi) Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi yapar.”
Ne Zamandan Beri Müslümâniz?
Kalu Bela’dan beri Müslümanız.
Kalu Belâ Ne Demektir?
Allah dünyayı ve içindeki varlıkları yaratmadan evvel, öncelikle gelmiş ve gelecek bütün insanların ruhlarını yaratmıştır. Bunları ruhlar alemi denilen bir alemde bir araya getirmiştir. Daha sonra hepsini birden huzurunda toplayarak kendilerine hitaben:
- Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sormuştur. Ruhlar da:
Evet, sen bizim Rabbimizsin, diye cevap vermişlerdir. “Ancak sana ibadet eder, senden yardım dileriz” demişlerdir. İste bu konuşmanın vuku bulduğu zamana, Kalu Bela denir. Allah daha sonra insan ruhunun bu sözünde ne derece samimi ve doğru olduğunu ortaya çıkarmak için, şu dünyayı bir imtihan yeri olarak yaratmıştır. Ve her bir ruhu ayrı bir bedene yerleştirerek, onları belli zaman aralıklarıyla şu imtihan meydanına göndermiştir. Böylece insanin önüne iki yol açılmıştır:
Ya akil ve iradesini iyiye kullanarak Kâlû Belâ’daki gibi Allah’ı Rab tanımakta devam edecektir. Yahut da iradesini ve aklını kötüye kullanarak Rabbini ve Allah’ını inkâr edecek, O’na kulluktan kaçacak, şeytanın yoluna sapacaktır.
Allah’a sonsuz şükürler olsun ki, biz Müslümanlar, Kalu Belâ zamanında Rabbimize verdiğimiz sözde duran kimseleriz. İnşallah son nefesimize kadar da bu sözümüzde durmaya devam edeceğiz.
Allah’a İman Ne Demektir?
Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine inanmak ve O’nu sıfat ve isimleriyle güzelce tanımaktır.
Allah’a iman, bütün dinlerin temelidir. Allah’a inanma, O’na dayanma ve ibadette bulunma ihtiyacı, insanda yaratılıştan vardır. Bu duygu, insanla beraber doğmuş ve her devirde de ola gelmiştir.
Allah’ın varlığının delillerinden biri de budur. Çünkü fıtrat yalan söylemez. İnsan fıtratında, madem, bir yüce Yaratıcıya inanıp dayanma, O’na ibadet etme, yalvarıp dileklerine karşılık bulma ihtiyacı vardır; öyleyse o yüce Yaradanın var olmaması mümkün değildir. Bu, fıtratın inkarı demek olur. Başka hiçbir delil olmasa bile, bu fıtrat ve vicdan delili, Allah’ın varlığını anlamamız için kâfi bir ışıktır.
Aslında, Allah’ı inkâra yeltenenler bile, başları dara geldiği zaman yine Allah’a yönelmek, O’ndan yardım dilemek zorunda kalırlar. Fakat darlıktan kurtulur kurtulmaz yine eski hallerine dönerler. Bunun misallerini pek çok görmüş ve duymuşuzdur. Bu hususa Kur’ân-i Kerîm su şekilde işaret buyurmaktadır:
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, yan üstü yatarak, yahut oturarak veya ayakta iken bize yalvarır. Fakat ondan (ilticasina sebep olan o) zararı kaldırdığımız zaman, sanki kendine dokunan bir zarardan dolayı bize yalvaran o değilmiş gibi hareket eder. (Eski sapıklığına devam eder.)” (Yunus, 12).
“Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlas ile Allah’a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda, hemen şirk koşarlar.” (el-Ankebût, 65).
Allah’a İmanın İnsan Hayatına Tesirleri Nelerdir?
Allah’a inanan ve O’na sevgiyle bağlanan insanin manevi ufku kâinat kadar geniş, huzuru ve neşesi Cennet bahçesi gibi daima taze ve ölümsüzdür.
Gözlerinde iman nuru parlar, sözlerinde hakikat, sevgi ve neşe çağlar.
İş ve hareketlerinde ahlâk, vakar ve isabet göze çarpar.
O, insanları hilkat itibariyle kardeşi bilir, onlara lütuf ve merhamet gözüyle bakar.
Şefkatlidir, insanların dertlerine bir karşılık beklemeden koşar. Boynu büküklerin gönlünü alır, yetimleri bağrına basar.
Kâinatla ve içindeki varlıklarla ünsiyet içindedir. Tanış gibidir. Hiçbir hâdise, onu korkutmaz, gözünü yıldırmaz. Kalbindeki iman kuvveti ile kâinata bile meydan okuyabilir.
Allah’ın kendisine bahşettiği nimetlerden O’nun iradesine uygun şekilde faydalanır ve tadar. Ölümden korkmaz. Zira , ölümü bir hiçlik ve yokluk kuyusu değil, hakiki hayatın ve ebedi saadetin başlangıç kapısı kabul eder.
Dünyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi olan Allah’ın rızası ve izni dairesinde yer, içer ve rahatla yaşar. Misafirlik müddeti bitince de bu misafirhaneden huzurla ayrılıp ebedi mekanına gider.
Allah’a inanan ve sevgiyle bağlanan kimse, inançsızlığın verdiği korkunç ızdırap ve elemlerden kurtulur.
Allah’a inanan kimsenin, kendine de, başkalarına da hiçbir zararı dokunmaz. Kanunun olmadığı yerlerde bile Allah’ın onu her an gördüğü inancı, işlediği kötülüklerin cezasız kalmayacağı korkusu, onu kötülüklerden alıkor. Değil kötülük, bilakis elinden geldiğince herkese iyilik yapmaya, faydalı olmaya çalışır.
Ruhunu iyi düşüncelerle doldurur, yüksek ahlâka erer, içinden kötü hisleri kovar.
Allah’a inanmak ve O’na bağlanmak, insanı ayni zamanda gerçek hürriyetine kavuşturur. Zira her şeyin Allah tarafından yaratıldığını bilen insan, yaratıklara değil, yaratana kul olur. Mahlûkattan değil, Halık’tan korkar. Yalnız Allah’a güvenir, dayanır, O’ndan ister, O’na sığınır. Kula kul olmaz. Kimseye el açıp dilencilik ve dalkavukluk yapmaz.
Allah Sevgisi ve Allah Korkusu
İslam’ın insanlara öğrettiği ilâhî esaslardan biri de, Allah’ı sevmek ve O’ndan korkmaktır.
Mümin; nimeti, lütfu ve keremi sonsuz olan Rabbine karşı büyük bir sevgi ve hürmetle bağlanacak, O’nun rahmet ve merhametinin her şeyi kuşattığını düşünecek, ne kadar günahkâr olursa olsun, O’nun affından ümidini kesmeyecektir. Yüce Allah’ın rahmet, sevgi ve şefkati sonsuz ise de, bunun yanında kahır ve azabının şiddetli olduğunu da unutmayarak O’ndan korkacak, gazabından emin olmayacaktır.
Korkunun ifratından yeis, yani, ümitsizlik doğar. Pek fazla ümitlenmek ise, insani gaflete atar ve akibeti umursamamaya götürür. Bu bakımdan Allah’ın azabından emin olmak da, rahmetinden ümit kesmek de dinimizde yasaklanmıştır.
Şu halde müminin kalbi, Rabbinin huzurunda, korku ile ümit arasında O’na layık bir kul olma heyecanıyla çarpmalıdır.
Kur’an-ı Kerim’de müminlerin bu vasfına şu şekilde dikkat çekilmektedir:
“Müminler, Allah’ın rahmetini umarlar ve azabından da korkarlar…” (el-İsra, 57).
“Allah’a korku ve ümit içinde dua ediniz” (el-A’râf, 56) buyrulmaktadır.
İmanın kemaline delâlet eden bu hâle beyne’l-havf ve’r-recâ, yani, korku ile ümit arasında olma hali adı verilir.
Gerçekten de Allah’a olan imanın kemali, sadece Allah’ı sevmek veya sadece O’ndan korkmakla gerçekleşemez. İkisinin bir arada bulunması gerekir. İnsan, sevginin vereceği nazlanma ve şımarıklıktan ve rahmetine güven duygusunun sevk edeceği taşkınlık ve itaatsizlikten, ancak Allah korkusu ile kurtulabilir…
Sadece korkunun vereceği üzüntü ve ümitsizlik halinden insani kurtaracak da, Allah sevgisi, rahmetinin genişliğine ve affının sonsuzluğuna olan inançtır. Bu sebeple “Hayrın başı Allah sevgisi; hikmetin başı da Allah korkusudur” denilmiştir.
Aslında, Allah’a olan sevgi kadar, O’ndan korkmak da son derece tatlı ve zevkli bir haldir…
Allah korkusunda nasıl bir lezzet ve ruhi haz olduğu şu şekilde izah edilmiştir:
“Ârif-i billâh, aczden, mehafetullah’dan (Allah korkusundan) telezzüz eder. Evet, havf’da (Allah korkusunda) lezzet vardir. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan suâl edilse, “En leziz ve en tatlı hâletin nedir?” Belki diyecek: “Aczimi ve zafımı anlayıp validemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir…”
Halbuki bütün validelerin şefkatleri ancak bir lem’a-i tecellî-i rahmettir (Allah’ın rahmetinin küçük bir tecellisidir).
Onun içindir ki kâmil insanlar, aczde ve havfullah’da öyle bir lezzet bulmuşlar ki kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip Allah’a acz ile sığınmışlar, aczi ve havfı (korkuyu) kendilerine şefaatçi yapmışlar…” (Sözler)
Allah’ı sevmek ve O’ndan korkmak hususunda Peygamberimiz de söyle buyurmuşlardır:
- “Mümin kimse, Allah’ın azap ve ikabının miktarını bilseydi, hiçbir kimse Cenneti ümit etmezdi. Kâfir de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilseydi hiç kimse O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.”
- “Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır, Cehennem de böyle…”
- “Sağılan süt memeye girmediği gibi Allah korkusundan ağlayan kimse de Cehenneme girmez. Allah yolunda çarpışırken husule gelen tozla Cehennemin dumanı birleşmez.”
- “Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur.
İki damla:
* Allah korkusundan dolayı gözden akan yas,
* Allah yolunda dökülen kan damlalarıdır.
İki ize gelince:
* Allah yolunda alınan yara izleri ile ,
* Allah’ın farzlarının birini ifa ederken husule gelen eserlerdir.”
- “Herhangi biriniz ölürken Allah’a hüsn-i zan etmeksizin (afv ve mağfiret edeceğini ummaksızın) ölmesin.”
|