KERBELA

KERBELAYI YENİDEN DÜŞÜNMEK…
Ehli Sünnet’in görüşünden uzaklaşıyor muyuz?
Hz. Hüseyin, Kerbelâ Olayı’nın hakikatini şu cümlelerle, adeta haykırıyordu: “Eğer ben gitmezsem, bu ümmette bir daha hiç kimse, haksızlığa karşı çıkmayacaktır.”
Ehli Sünnet’ e göre Kerbelâ:
Peygamberimizin yaşadığı çağa Asr-ı Saadet deriz. Bu, İslam kültüründe, üzerinde ittifak edilmiş bir hakikattir. Aynı zamanda, Hulefai Raşidin dönemi de Asr-ı Saadet’ten sayılmıştır.
Hulef-i Raşidin dönemi, Resulü Ekrem Efendimizin şu müjdesine mazhar olmuştur: “Bu din, nübüvvet ve rahmet olarak başladı, hilafet ve rahmet olarak devam edecek, daha sonra ısırıcı saltanata dönüşecek. Bilahare ceberuti bir zulüm ve isyana dönüşecek…” (Tirmizi, Fiten 48; Ebu Davut, Sünnet, 8)
Bu güzel Saadet Asrı’ndan sonra, maalesef çok kötü bir dönem başladı İslam ümmeti için. O gün sahabiler iç ihtilaflarda karşı karşıya geldiler. Resulüllahın çok değer verdiği bazı sahabeler iç ihtilaflarda şehit edildi.
Resulüllahtan sonra emaneti devralan ve bu ümmetin gözbebeği sayılan İmam Hz. Ömer (ra), İmam Hz. Osman (ra), İmam Hz. Ali (kv) ve Hulefai Raşidin’den sayılan İmam Hasan, tek tek şehid edildi. İslam ümmeti adeta bir kaos yaşıyordu.
Kimin haklı kimin haksız olduğu, o puslu havalarda pek fark edilmez oldu. Çok faziletli iki sahabi, iki farklı cephede bulunabiliyordu. Bu konuda çokça fikir yürüterek bir neticeye varmak, adeta imkânsızlaştı.
Ehli Sünnet vel-Cemaat’a göre, aşırıya gitmeden ve kimseyi aşırı bir dille tân etmeden vakayı çözümlemeye çalışmak gerekiyordu.
Bizim konumuz, o ihtilaflı dönemi evirip çevirmek ve yeni polemiklere girmek değildir. Zaten İslam âleminde, ihtilaf kültürü yeterince bereketlendirilmiştir ve her asırda mülhitler tarafından ve onların tuzağına düşen içimizdeki basiretsizler tarafından güncellenir durur. Bu ihtilaf noktaları, her seferinde farklı bir şekilde Müslümanlara servis edilir.
Hayır, hayır. Amacımız bu değildir. Amacımız, o karmaşık dönemden nasıl bir ders çıkarabileceğimizdir. Bu bağlamda, Kerbelâ hadisesine kısa bir göz atacağız. Çünkü Kerbelâ hadisesi, sadece tarihin derinliklerinde kalmış acı bir hatıra değildir. O bir mesajdı İslam ümmetine. İmam Hüseyin, o mesajı ehemmiyetine binaen, hem kendi hem de ailesinin pak kanlarıyla yazdı bize.
İmam Hüseyin neden Mekke’den ayrıldı?
Peygamberimizin vefatından sonra, sırayla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali Efendimiz (Allah onlardan razı olsun), Resulüllahın halifeleri olarak Müslümanlara rehberlik ettiler.
Hz. Ali’nin şahadetinden sonra, Emeviler, hilafeti sultanlığa çevirerek Müslümanlara hükmettiler. Özellikle Emevi soyundan gelen ve kötü bir tabiata sahip olan Yezid’in yönetimi Müslümanlar için bir yıkım, bir felaket dönemiydi. Bidatler ihdas edildi, Sünnet-i Seniyye terk edildi ve Müslümanların devlet geleneği büyük oranda bozuldu.
Bu dönemde insanlar, bir kurtarıcı, bir rehber arıyorlardı. İşte o günlerde, İmam Hüseyin bir ümit kaynağı olarak öne atıldı.
Şimdi öğrenmemiz gereken şudur: İmam Hüseyin niçin Kûfe’ye gitti? Emevileri niçin meşru saymadı? Onu onca zorlu ve tehlikeli yolculuğa çıkaran saik neydi? Bunları bilmeden Kerbelâ olayını anlamak mümkün değildir.
Rivayete göre, Yezid, Hz. Hüseyin’i öldürmek için bazı özel adamlar gönderip onu Mekke’de Haremi Şerif’te öldürmek üzere bir plan yapmıştı. Hz Hüseyin bunu biliyordu. Ve derdi ki “Başka bir yerde öldürülmem, benim için Mekke’de öldürülmemden çok daha sevimlidir.” (İbn-i Kesir, el-Bidaye ven-Nihaye, c. 8, s. 159)
Nitekim İmam, kendisi gibi kara listede bulunan İbni Zübeyr’e de şöyle diyordu: “Babamın (Hz. Ali) bana naklettiğine göre, ‘Mekke’de bir koç var, o koç yüzünden Mekke’nin kutsallığı bozulacaktır’ ve ben bu hürmeti bozanlardan olmak istemiyorum.” (İbn-i Kesir, el-Kamil fit’Tarih, c. 2, s. 546).
Zaten bir süre sonra, Abdullah b. Zübeyir, Mekke’de kalarak Yezid’e baş kaldırdığını ilân etti. Yezid de ordularıyla Mekke’nin kutsallığına aldırmayarak, binlerce insanın kanını orada döküp Kâbe’yi mancınıklarla ateşe verdi.
Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye gidişinde bu, bir sebeptir; ama asıl sebep ve amaç bunun çok fevkindedir.
Hz. Hüseyin Kerbelâ yolculuğuna çıkmadan, Ehli Beyt’ten ve büyük sahabilerden hayatta olanlarla istişare etti. Hemen hemen hepsi, bu yolculuğun kötü olacağını ve Allah korusun, hayatına mal olacağını beyan ettiler ama bütün bunlara rağmen Hz. Hüseyin kararını vermişti. Çünkü o, İslam ümmeti için bir ümitti ve bu duruma bigane kalamazdı.
Hz. Hüseyin, Kerbelâ Olayı’nın hakikatini şu cümlelerle, adeta haykırıyordu: “Eğer ben gitmezsem, bu ümmette bir daha hiç kimse, haksızlığa karşı çıkmayacaktır.”
Hz. Hüseyin, ayrıca kendisini hararetle desteklediklerini ifade edip onu göreve çağıran Kûfelilere gönderdiği mektupta, maksadını şöyle anlatıyordu: “Ey kardeşlerim! Benim dedem, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, aynen şöyle diyor:
“Bir topluluk, kadir olan Allah’ın sınırlarını aşan, O’nun yasakladıklarına izin veren, Peygamberin sünnetine aksi hareket eden ve insanları zulüm ve kötülükle yönetip onlara zulmeden bir zalimle karşılaştıkları halde, hala sessizliklerini sürdürüp bu zalimi durdurmak için hiçbir önlem almıyorsa o zaman, Allah onları gerçekten hak ettikleri cehenneme gönderecektir.”
Hz. Hüseyin, bütün bunlardan sonra, hazırlıklarına başladı. Bu arada, onu durdurmak için Abdullah İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer ve daha birçok sahabi (Allah onlardan razı olsun) çaba gösterdi ama o kararını vermişti.
Abdullah İbni Abbas’ın ısrarlarına, Hz. Hüseyin: “Ey Amcamın oğlu! Ben, çoluk çocuklarımla birlikte gitmekten başka bir şey düşünemiyorum.” (Dinaveri, Kitabül Ahbar, s. 244)
“Müslim b. Akil, Kûfelilerin bana bey’at ve yardım hususunda birleştiklerini yazdı. Bunun üzerine, ben de onların yanına gitmek üzere derlenip toparlandım” dedi.
İbn-i Abbas, “Onlar, seni harp için çağırıyorlardır. Gitmekte acele etme. Babanın, kardeşinin ashabı olduklarını söyleyen o kişiler, bir sabah, başlarındaki valileri ile birlikte, gelip seninle çarpışacaklardır! Sen, Mekke’den çıkacak olursan, İbn-i Ziyad, senin yola çıktığını haber alacak, sana mektup yazmış olanları ürkütüp başından dağıtacak, onlar, sana en azılı düşman kesileceklerdir!” (Mesudi, Murûcu’z Zeheb c. 3, s. 64, 65)
“Sanıyorum ki sen, bir sabah, kadınlarının, kızlarının arasında, Hz. Osman’ın öldürüldüğü gibi öldürüleceksin! Înnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” dedi ve dizlerine vura vura ağladı.
Hz. Hüseyin Kerbelâ’da
Hz. Hüseyin, daha Kerbalâ yolundayken, Yezid’in Kûfe’den istihbarat aldığını, İbni Ziyad’ı uyardığını ve ona Kûfe halkına ültimatom vermesi gerektiğini bildirdiğini öğrenmişti. Hz. Hüseyin İmam ile beraber olanlardan bazıları geri dönmüştü.
Hz. Hüseyin, Yezid’in niyetini de anlamıştı ama o asla geri dönmeyi düşünmedi. Esasında, Hz. Hüseyin, tüm Ehli Beyt’in katledileceğini anlayınca Yezid’in adamlarına haber gönderdi; kendisine uygulanan ablukanın kaldırılmasını istedi ve Hicaz’a geri dönebileceğini söyledi. Fakat onlar, Hz. Hüseyin’i Yezid’e beya’te zorladılar. Hz. Hüseyin’i öldürmek istedikleri için bunu özellikle şart koştular çünkü Hz. Hüseyin’in bey’at etmeyeceğinden emindiler.
Kerbelâ’dan sahneler
Kerbelâ’da susuz geçen onca günden sonra, bir gün Hz. Hüseyin, oğlu Abdullah’ı kucağına alarak, Ömer bin Sa’d’a karşı şu konuşmayı yaptı. Abdullah’ı sağ eliyle kaldırdıktan sonra, dedi ki: “Halifeniz Yezid’e biat etmediğim için, benim kanımı helal biliyorsunuz. Ama bu üç yaşındaki çocuk suçsuzdur. Özellikle sizin Peygamberinizin torunudur. Ona olsun acıyınız ve bir yudum su veriniz.”
O anda, Yezid’in ordusundan biri, bir okla Abdullah’ı boğazından vurdu ve Hz. Hüseyin’in elleri kanla doldu… “Yâ Rab! Bize, göklerden yardım etmeyeceksen, hakkımızda ondan daha hayırlısını ihsan et! (Taberi, Tarih c. 6 s. 257) Şu zâlim kişilerden de bizim intikamımızı al! Ey Allah’ım! Bunlarla ve kavmimizden olanlarla aramızda Sen hükmünü ver! (Taberi, Tarih c. 6 s. 220, Zehebî Alâm, c.3, s. 208) Yardım etmek için bizi çağırdılar. Sonra da tutup bizi öldürüyorlar!” (Yakubî, Tarih c. 2, s. 245) dedi. Abdullah, henüz üç yaşındaydı.
Yine, savaşın sona yaklaştığı bir gece, Hz. Hüseyin heyecanla çadırından çıktı ve Hz. Hasan’ın oğlu Kasım’ı buldu. Ellerinden tuttuğu gibi bir başka çadıra götürdü, iki şahit çağırdı, onlara, “Ağabeyim İmam Hasan vefat etmeden önce, bana ‘Oğlum Kasım ve senin kızın Fâtıma birbirlerini severler, onları mutlaka evlendir’ diye vasiyet etti, dedi ve hemen nikâhlarını kıydı. Onlara ayrı bir çadır tahsis etti ve o gece evlendiler. Ertesi gün, Kasım şehit edilecekti ve Fâtıma bir günlük gelin olarak dul kalacaktı…
Son gün, Hz. Hüseyin yaralanmış ve atından inip yara almış kafasına sarığını yeniden bağlıyordu. Tam o sırada, Hz. Zeynep çadırdan çıktı ve hızla Yezid ordusuna doğru koştu. Heyecandan yüzündeki peçesi de düşmüştü. Yezid’in ordu komutanı olan Ömer bin Sa’d’a yüksek sesle şöyle bağırdı: (Ya İbnu Emmi) Ey Amcaoğlu! Ebu Abdullah Hüseyin, kılıçlar arasında parçalanacak ve sen seyredeceksin ha! Bu mu senin ahdin, bu mu senin insafın!”
Ömer bin Sa’d, bu çığlığa rağmen (kimilerine göre ağlaya ağlaya) vur emrini verdi. Çünkü Yezid ona eğer Hüseyin’i öldürürse Rey şehrinin valiliğini vaat etmişti.
Ve Resulüllah’ın bütün ailesi kılıçtan geçirildi…
Hz. Hüseyin şehit olmuştu. Hz. Hasan’ın çocukları da şehit oldu. Hz. Ali Efendimizin, Hz Fâtıma’nın dışındaki evliliğinden olan oğulları Ebubekir, Ömer, Osman da şehit olmuşlardı. Hz. Zeyneb’in çocukları da şehit oldu. Resulüllahın torunlarından, Hz. Hüseyin’in hasta olarak yatan yirmi üç yaşındaki oğlu Aliyyül Asgar ile dört yaşındaki oğlu Ömer’den başkası kurtulmadı.
Ve tarih bir kere daha tekerrür etmişti. İsrailoğulları şafakla öğlen arasında yüzlerce peygamberlerini katletmişlerdi. Bu sefer, Resulüllahın çocuklarından 72 kişi güneşin doğuşu ile öğlen arasında katledildi.
Ehli Sünnet’e ait olmayan Kerbelâ değerlendirmeleri
Bütün Ehli Sünnet kaynakları, şu konuda müttefiktir ki Yezid, Allah’tan korkmayan, içki içen, raks âlemleri düzenleten, hak hukuk tanımayan bir zalimdi. Aynı zamanda, faşist derecesinde de ırkçıydı. Bu ırkçılık, hem Arap milliyeti adına hem de kabilesi adınaydı.
Yezid, bir eğlence partisinde, zil zurna sarhoş iken ölmüştür.
İslam tarihinde Yezid için “günahkâr bir sultan” olduğunu söyleyenler de var, kâfir olmuş, dinden çıkmış diyenler de var. Ama kafir olmuş diyenler daha fazladır.
Aşağıdaki alıntılar, ne kadar üzücü! Maalesef internette “Ehli Sünnete Göre Kerbelâ” başlığıyla dolaşmaktadır:
“Ehli Sünnet büyüklerinin görüşüne göre, Yezid’in, Hazret-i Hüseyin’e karşı oluşu, düşmanlıktan olmayıp makam ve dünyalık içindi.”, “Yezid, zalimliğine, caniliğe sebep olmasına rağmen, İslâmiyet’e düşman değildi.”
Bu, doğru değildir. Yezid mİam Hüseyin’i şehit ettikten sonra, yüzüne sopayla vurup “İşte, Bedr’in intikamını aldım” demesi dahi, onun yaptığının şahsi bir husumet olmadığını gösterir.
Yezid, direkt olarak belki “İslam düşmanıyım” dememiş ama yeryüzünde bulunan bütün faziletli insanları ya öldürmüş ya sürgün etmiş ya da sindirmiştir. O, Resulüllah’ın evlatlarını hem katletmiş ve hem de Resulüllah’ı hiçe saymıştır. Şeyh Abdurrahman-ı Aktepi (ks) ona lanet ederek ‘kâfir’ olduğunu beyan eder. Ayrıca, İmam Süyutî ve ibni hacer el heytemi de onun küfrüne hükmederler.
“Her ne olursa olsun, bu alçakça yapılan vahşeti, Yezid bile üzerine almamış. İbni Ziyâd’a, bu yüzden lanet etmiştir.”
Bu da doğru değildir. Esasında bu yazıyı ilmi açıdan değerlendirmeye almak bile doğru değildir. Ancak “Ehli Sünnete Göre Kerbelâ” diye yazıldığından, önemsemek zorunda kaldık. Zira bu düşünceler, Ehli Sünnet anlayışına aykırıdır.
Bakınız, İbni Ziyad, Kûfe’den kaçarken, yanındaki arkadaşıyla aralarında nasıl bir konuşma geçer: “Ben, Hüseyin’i öldürdüm amma, o, Yezid’e ve Ümmetin topluluğuna karşı koymağa kalkmıştı. Yezid de bana yazdı ve onu öldürmemi emretti. Eğer, bu, yanlış bir hareket idi ise sorumluluk Yezid’e düşer, bunun sorumlusu Yezid olması gerekir!” demiştir.
İbni Abbas’ın, Yezid’e yazdığı mektupta açıkladığına göre, Hz. Hüseyin’in, Medine’den Mekke’ye gitmesinde, Yezid’in rolü, hatta Mekke’den Kûfe’ye davet edilmesinde de onun parmağı vardı! İnternette yayınlanan yazıya devam edelim:
“Kerbelâ vahşetini kimse savunmuyor, kimse bununla övünmüyor. Bunun için bu vahşeti öne çıkarmanın, her sene gündeme getirmenin kimseye faydası yoktur. Aksine, İslam tarihinin en büyük yarasını deşmek olur. Müslümanları üzmek olur. Müslümanlar arasına tefrika sokmak olur.”
Burada da Müslümanların mutlaka bilmesi gereken ve İslam ümmetine şuur ve takvayı aşılayacak olan olaylardan bahsetmememiz isteniliyor. Bu çok yanlış, sakıncalı ve ürkütücü bir anlayıştır.
Müslümanlar, Kerbelâ olayını, Hz. Ebubekir Efendimizin irtidatla alakalı aldığı kararını, Hz. Ömer Efendimizin, “Fırat kenarında biri devesini kaybetse…” sorumluluk şuurunu, Hz. Mus’ab bin Umeyr’in Medine’de tebliğ sırasında gösterdiği sabrı veyahut Hz. Ali’nin Haricilerle ilgili tavrını incelemeyecek de ne yapacak Allah aşkına! Acısıyla tatlısıyla, bunlar bizim tarihimizin nirengi noktalarıdır.
Söyler misiniz; bir topluluk, eğer mazisini doğru olarak bilmiyorsa o toplumun geleceği olur mu? İmam Ebu Hanife’nin şahadeti, İmam Şafii’nin sürgünü, İmam Musa Kazım’ın zindandaki çilesi, İmam Rabbani’nin kıyamı ve bu asırda yaşamış olan Saidi Nursî’nin yirmi sekiz yıllık zindan ve sürgün hayatı öğrenilmeyecek, hatırlanmayacak da ne hatırlanacak? Üzüleceğiz, hüzünleneceğiz diye, bunları öğrenmeyecek miyiz? Yerine ve zamanına göre hatırlayıp ibret almayacak mıyız?
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Bizim amacımız, tarihte yaşanmış hadiseleri incelerken, o döneme ait ihtilaf kültürünü bu güne taşımak değil, tam aksine, o diriliş ve takva hallerini bir dinamik olarak almak ve bununla mücehhez bir şekilde yolumuza devam etmektir. Hizmet ehlinin bundan başka yolu yoktur.
Kerbelâ’dan almamız gereken dersler…
Kerbelâ hadisesi, sadece acı ve bizi hüzünlendiren bir hadise değildir. Bu olayla, Hz. Hüseyin, haksızlığa karşı çıkmanın sembolü olmuştur. Bidatlere, zulümlere bir başkaldırıştır Kerbelâ.
Hz. Hüseyin mazlumların, ezilmişlerin, yalın ayaklıların ümididir. Nasıl ki Yezid her kötülüğün, kurnazlığın zulmün sembolü ise…
Eğer bugün bile Müslümanlar, Hz. Hüseyin’in ruhunu anlamış olsalardı bu halde olmazlardı.
Müslümanların ilk kıblesi, Mescidi Aksâ’nın 2000 askerle işgale uğradığı bu günlerde, her on, belki yirmi Müslümandan ancak birinin bundan haberdar olması, bu hakikati açığa çıkarmaktadır. Bugün, İslam âleminin dört bir yanında, Müslümanlara dikte ettirilen onursuzca hayatın, temelinde bu şuur eksikliği vardır.
Ehli Sünnet vel-Cemaat düşüncesi, aşırılıklardan uzak ve vasat bir düşüncedir. Ümmetin ezici çoğunluğunun benimsediği bu düşünce, şefkat ve rahmani bir özelliğe sahiptir. Ayrıca bu topluluğu manevi olarak diri tutacak ve İslam evini sürekli temiz havayla dolduracak, dinamizm kazandıracak tarihi dinamikleri de unutmamalıdır. Maalesef tarih boyunca, sanki sırf Şiilere muhalefet olsun diye, bu önemli hadise Ehli Sünnet Müslümanlarının gündeminden çıkarılmıştır. Ve Kerbelâ olayı da Şiilere ihale edilmiştir. Bu çok yanlıştır. Mesela, Hz. Zeyd, Emevilere karşı ayaklanırken, bir süre Ehli Sünnet’in imamı, İmam Ebu Hanife’nin evinde saklanmıştır.
Müctehit imamlar, Ehli Beyt büyükleri ve tasavvuf geleneğimizin önderleri, hep Ehli Beyt’e taraftar olmuş ve onların, bidat ve zulüm karşısındaki tavırlarını haklı bulmuşlardır.
İmam-ı Şafii bir beytinde şöyle der: “Âl-i Muhammedi sevmek, şayet Rafizilikse (Şiilik), bütün ins ve cin şahit olsun ki ben Rafiziyim.” (Râzî, XXVII, 166) Demek ki Kerbelâ olayını, bir Şiilik meselesi gibi lanse etmek büyük bir vebaldir. Bu, sadece onlara has bir hassasiyet değildir.
Müslümanlar için maalesef acı bir hatıradır ama “Sahabeler arasındaki ihtilaflarla ilgili konuşmamak lazım” bahanesiyle, o kutlu kanların hatırasını canlı tutmamak da doğru olmaz.
Elbette “Sahabeler yıldızlar gibidir” ve asla onlarla alakalı ileri geri konuşamayız. Ama tarihte derin izler bırakmış İmam Ebu Hanife, İmamı Şafii, İmam Zeyd, İmam Yahya, İmam Musa Kazım, İmamı Rabbani, Mevlana Halid, Saidi Nursi (rahmetullahi aleyhim ecmain) ve daha nice âlim, zahid ve mücahidlere ilham kaynağı olmuş bu hadiseyi görmezden gelmek, unutulmaya terk etmek de doğru değildir.
Hüseynî ihlas,
Hüseynî takva,
Hüseynî azim,
Hüseynî samimiyet, hep ariflere, dervişlere, mücahidlere örnek olmuştur.
“Bitmeyen bir yas, bitmeyen bir diriliş, bitmeyen bir ruhtur Kerbelâ.
Kaleleri kin, düşüncesi zehir olanlara, bir kırmızı güldür Kerbelâ.”